Son Dakika :
Kültür Sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kültür Sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sanat İçin 340 Tonluk Kaya Taşınıyor

Gönderen: Unknown on 1 Mart 2012 Perşembe | 01:11



340 tonluk kaya parçası tam 169 kilometre yol katedecek.

Yeryüzü sanatı yapan ünlü sanatçı Michael Heizer’ın "Levitated Mass" (Havalanan Kütle) adlı son yapıtının merkezine yerleştireceği devasa granit kaya, Riverside’daki bir taş ocağından müzeye taşınıyor.

Sanatçı Heizer, dev kaya parçasını yaklaşık 140 metrelik bir hendeğin üzerine yerleştirmeyi ve böylece o hendekte yürüyen ziyaretçiler için kayanın "havada uçuyormuş" gibi görünmesini sağlamayı planlıyor.

Michael Heizer’in bu eserini çok uzun zaman önce planladığı ancak "doğru kayayı" bulana kadar beklediği belirtiliyor.

Heizer’in seçtiği iki katlı ev yüksekliğinde, damla şeklindeki devasa kayanın taşınabilmesi için de bir futbol sahası uzunluğunda özel bir taşıyıcı inşa edildi.

Önünde ve arkasında 550-650 beygir gücünde motorları olan, 450 bin kilogram taşıyabilen bu özel araca, en az 60 kişinin eşlik ederek yolun uygun olduğundan ve manevralarda kayanın çevreye zarar verip vermediğinden emin olunması gerekiyor.

Sanat uğruna zorlu yolculuğunu sürdüren araç, sadece gece geç ve sabah erken saatlerde saatte ortalama 10 kilometre yol alabiliyor.

Dev kayanın yolculuğunun 11 gün sürmesi ve müzenin arka kapısına 10 Mart’ta ulaşması planlanıyor. Yolculuğu takip etmek isteyenler için ise Twitter’da ve müzenin internet sitesi ve blogunda yayın yapılıyor.

Projenin toplam maliyetinin, 5 ila 10 milyon dolar arasında olduğu kaydediliyor.

Sanatçı Michael Heizer, 1971 yılında Nevada Çölü’nde başlattığı ve metrelerce yükseklikte, tonlarca ağırlıkta kayalardan oluşan "Şehir" adlı "land art" (toprak sanatı) yapıtının yapımını da hala sürdürüyor.

Gianluca Malgeri'nin Sergisi Açıldı



Batılıların Doğu'yu algılayış biçiminden yola çıkan Malgeri, son dönem eserlerini barındıran sergide, bir yandan Doğu-Batı karşıtlığını sorgularken diğer yandan Doğu'yu romantize eden Oryantalist eserleri eleştiriyor.

Sanatçının Eylül ayında Roma'da açtığı 'Inshallah' (İnşallah) adlı serginin devamı niteliğindeki, serginin ana eseri 'The Kiss of Judas' (Yehuda'nın Öpücüğü) ismini taşıyor. Bu eser, İsa'ya ihanet eden haine verilen otuz altını temsilen, pideler üzerine basılmış diktatör portrelerinden oluşuyor.

Arap Baharı, Suudi Arabistan 'da kadınların kamusal alana dahil olması gibi Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafyanın güncel tartışmalarına vurgu yapan sergi, Fulya Galeri Artist'te 10 Mart'a kadar görülebilir.

Oscarlı İran Filmine İsrail'de Yoğun İlgi



İranlıı yönetmen Asghar Farhadi’nin imzasını taşıyan “Bir Ayrılık”, pazar akşamı yabancı dilde film dalında Oscar kazanarak, iran sinemasının bu ödüle layık görülen ilk örneği oldu. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Farhadi, törende yaptığı konuşmada ‘“bugün bizi dünyanın dört bir yanında milyonlarca iranlı seyrediyor. eminim hepsi çok mutlular. iran haklı mutlu çünkü siyasetçilerin savaş, tehdit ve saldırıdan söz ettiği bir dönemde ülkelerinin ismi, siyasetin tozu altında saklanan zengin, köklü bir tarihe sahip ve muhteşem kültürü ile anılıyor’’ dedi. Altın Küre ve Altın Ayı dahil çok sayıda ödül alan filmin yarıştığı Oscar adayları arasında israil yapımı “Footnote”un bulunması iran Devlet Televizyonu tarafından “israil’e karşı zafer” olarak nitelendirildi. bu açıklamalardan sonra tutumları değişir mi bilinmez, ancak gazetelerin hemen her gün “düşman ülke iran”ın oluşturduğu nükleer tehlikeden bahsettiği israil’de sinemaseverlerin filme olan ilgisi dikkat çekiyor.

30 BİN İSRAİLLİ İZLEDİ


İsrail’de, şubat ayı ortasında vizyona giren film, 1.5 haftada 30 bin kişi tarafından izlendi. Seyircilerden rina brick “iran’ı filmde gö rü nen den daha az demokratik bir ülke olarak görüyorduk, çok beğendim” derken, 15 yaşındayken iran’ı terk eden 78 yaşındaki rivka Cohen ise “insanların ev yaşamı beni hayrete düşürdü. Herkesin çamaşır makinesi ve buzdolabı var” yorumunu yaptı.

RAKİP YÖNETMENDEN ÖVGÜ

İsrailli eleştirmen Yair Raveh“ Çok iyi oyunculuk ve senaryo var” derken, İsrail’in Oscar adayı “Footnote”un yönetmeni Joseph Cedarise yaptığı söyleşilerde “Bir Ayrılık”ın yılın en iyilerinden biri olduğunu belirtti.

David Natu Hayatını Kaybetti

Gönderen: Maykıl on 27 Şubat 2012 Pazartesi | 08:38



David Natu'nun ekibi ve iş arkadaşları tarafından gazetecilere gönderilen açıklamada, “22 Ocak 2012 tarihinde Kolombiya'da geçirdiği trafik kazasında ağır yaralanan ve yaklaşık 3 haftadır amansız bir yaşam mücadelesi veren Türk moda fotoğrafçısı David Natu hakkın rahmetine kavuşmuştur. Bizler David Natu ekibi ve iş arkadaşları olarak derin üzüntü içerisindeyiz” denildi.

Natu'nun başta ailesi olmak üzere tüm Türk toplumuna başsağlığı dilenen açıklamada, David Natu'nun 3 Mart'ta memleketi İzmir'de toprağa verileceği bildirildi.

'EN İYİ 10 FOTOĞRAFÇI'NIN İKİNCİSİYDİ

İzmir'de doğan ve New York'ta kariyerine devam eden David Natu, internet sitesi “The Top Tens”de Ocak ayında yayımlanan ve internet kullanıcılarının oylarına göre belirlenen “En İyi 10 Fotoğrafçı” listesinin ikinci sırasında yer almıştı.

Sitenin listesinde David Natu'ya oy verenler, Natu için “En iyi Türk fotoğrafçısı, fotoğrafları son derece yaratıcı ve esin verici, en iyi portre fotoğrafçısı, aynı zamanda son derece iyi bir imaj yaratıcısı” gibi yorumlarda bulunmuşlardı.

Oscar Ödülleri Bugün Sahiplerini Bulacak (Galeri)



Nefesler tutuldu, sinema meraklılarının beklediği büyük gün geldi. Oscar olarak da bilinen Akademi Ödülleri, bugün 84'üncü kez sahiplerini bulacak.

Tören Los Angeles'taki Kodak Tiyatrosu'nda yapılacak ve gecenin sunuculuğunu ünlü oyuncu Billy Crystal üstlenecek.

Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi ile 2000 yılında imzaladığı 20 yıllık ve 74 milyon dolarlık sponsorluk anlaşmasını bitirmek isteyen fotoğraf firması Eastman Kodak'a mahkemeden izin çıkması nedeniyle Kodak Tiyatrosunun Oscar ile yolları ayrılmış oldu.

Ünlülerin kırmızı halıdaki şıklık yarışı da en az ödüller kadar merak edilirken, bu yılki adaylar arasında altın heykelciği alıp alamayacağı merakla beklenen çok sayıda isim bulunuyor.

Billy Crystal'ın ana sunuculuğunu dokuzuncu kez üstleneceği tören, Türkiye'nin de aralarında bulunduğu dünyanın 225 ülkesindeki televizyon kanalları tarafından naklen yayınlanarak Oscar heyecanı evlere de taşınacak.

İşte Hollywood'un 'En Kötüleri'



Amerikan sinemasının "en kötülerinin" ödüllendirildiği "Ahududu Ödülleri" (Razzie Award) adayları açıklandı.

Adam Sandler, oyuncu, yapımcı ve senaryo yazarı olarak oyunculuğu ya da filmleriyle 11 dalda aday gösterilerek, Eddie Murphy'nin bu alandaki rekorunu elinden aldı.

En kötü film adayları arasında bulunan "Jack and Jill"de hem kadın hem de erkeği canlandıran Adam Sandler, ödülü alması durumunda "farklı bir duruma" da imza atmış olacak.

"Adududu Ödülleri" adaylarından bazıları şöyle:



En kötü film

-Bucky Larson

-Jack and Jill

-New Year's Eve

-The Twilight Saga: Breaking Dawn — Part 1

-Transformers: Dark of the Moon



En kötü senaryo

-Adam Sandler, Allen Covert ve Nick Swardson (Bucky Larson)

-Steve Koren, Adam Sandler ve Ben Zook (Jack and Jill)

-Katherine Fugate (New Year's Eve)

-Melissa Rosenberg (The Twilight Saga: Breaking Dawn — Part 1)

-Ehren Kruger (Transformers: Dark of the Moon)



En kötü yönetmen

-Tom Brady (Bucky Larson)

-Dennis Dugan (Jack and Jill) ve (Just Go With It)

-Garry Marshall (New Year's Eve)

-Bill Condon (The Twilight Saga: Breaking Dawn — Part 1)

-Michael Bay (Transformers: Dark of the Moon)



En kötü erkek oyuncu

-Nick Swardson (Bucky Larson)

-Russell Brand (Arthur)

-Nicolas Cage (Drive Angry, Season of the Witch, Trespass)

-Taylor Lautner (The Twilight Saga: Breaking Dawn — Part 1, Abduction)

-Adam Sandler (Jack and Jill) ve (Just Go with It)



En kötü kadın oyuncu

-Martin Lawrence (Big Mommas: Like Father, Like Son)

-Sarah Palin (The Undefeated)

-Adam Sandler (Jack and Jill)

-Sarah Jessica Parker (I Don;t Know How She Does It) ve (New Year's Eve)

-Kristen Stewart (The Twilight Saga: Breaking Dawn — Part 1)



"Ahududu Ödülleri", bu yıl ilk kez Oscar ödüllerinden bir gece önce değil, 1 Nisan'da sahiplerini bulacak.

Garberek'ten İstanbul'da caz şöleni

Gönderen: Maykıl on 26 Şubat 2012 Pazar | 01:31



3 yılda yaklaşık 50 albüme imza atan Garberek modern caz kronolojisinin en değerli isimlerinden. Sanatçı Garberek, Anouar Brahem, Eleni Karaindrou, Ustad Fateh Ali Khan, Zakir Hussain ve Deeyah gibi etnik isimlerle de pek çok albüm projesinde yer aldı.

Birçok Fransız ve Norveç filminin özgün müziklerini yazan Garbarek, Hollywood sinemasının da en gözde müzisyenlerinden. Jan Garbarek’i ilk kez dinleyecek olanlar, onun müziğinin basit ve soğuk olduğunu düşünebilir.

Oysa ki; Garbarek’in müziğindeki gizemi, parlaklığı, estetiği, lirikliği kısacası onun bir kült haline getiren nedenleri onu dinlerken sadece kulağını değil yüreğini de açanlar görebilir.

KİMDİR?

1947’de Mysen’de doğan Jan Garbarek’in 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi baskısı sebebiyle ağır şartlarda yaşamaya çalışan Polonyalı babası, savaşın sonunda Norveç’li annesiyle evlenir. Aile, dönemin koşulları sebebiyle, Oslo’ya taşındıkları zamana, yani Garbarek 7 yaşına gelene kadar memleketsiz kalır. Yeni memleketinin kültürü Jan Garbarek’i fazlasıyla etkileyecek ve İskandinav cazının babası olarak anılacaktır.

Garbarek’in yaşamı, henüz 14 yaşındayken, radyoda John Coltrane’i dinlemesiyle yön değiştirir. Beğendiği isimleri dinleyerek kendi kendini yetiştiren sanatçı, iyi müzik yapabilmek için çok nota çalmak gerekmediğini, çalarken diz çökmenin hiç de ona göre olmadığını fark eder ve kendi müziğini yapmaya karar verir. Klasik cazın yanı sıra İskandinav ve dünya folklorunu da müziğine taşıyan Garbarek, parlak ve temiz sololarıyla da çağdaşlarından kolaylıkla ayırt edilebilir. Caz teorisyeni George Russell, Garbarek’i “Avrupa cazında Django Reingardt’tan beri en orijinal ses” olarak tanımlıyor.(Birgün)

İmandan sonra en yüksek hakikat!



Esma Sayın’ın kaleme aldığı ve Nesil Yayınlarından çıkan Anne Kucağı Namaz isimli eser değişik bakış açısına sahip olarak okuyucusuyla buluştu.

Namazdaki eylemlerin, sûre ve duaların anlamları, çağrışımları ve insan üzerinde bıraktığı etki ve öğretici yönü ele alınıyor eserde. Abdestten tekbire, kıyamdan sücuda, tahiyyatan selama, namazın her rüknünü bu çerçevede yorumlanıyor. Her sayfası ve bölümü zevkle ve heyecanla okunacak olan bu eser, namaz ibadetinin hikmet ve esrarına ilişkin, yeni bir bakış açısı kazandırıyor okurlarına.

Altı bölümden oluşan kitabın bölüm başlıkları, "Namaz Anne Kucağıdır, Namakdaki hareketler ne anlama geliyor, Namaz Duaları bize ne anlatıyor, Namaz sureleri bize ne anlatıyor, Resulullah'ın namaza verdiği ehemmiyet, çocuğun dünyasında namaz" isimlerini taşıyor.

Prof. Dr. Vecdi Akyüz, kitap için kaleme aldığı sunuç yazısında, "Her sayfasını, her bölümünü, zevkle ve heyacanla okuduğum bu eser, namaz ibadetlerinin hikmek ve esrarına ilişkin yeni bir bakış açısına, sürükleyici bir üsluba, namazdaki eylemlerin, sûre ve duaların anlamları, çağrışımları ve etkileri üstüne öğretici ve düşündürücü bir yöne sahip" diyor...

Yazar Esma Sayın'ın kitabı için yayınevi tanıtım metninde, "“Her sayfası ve bölümü zevkle ve heyecanla okunacak olan eser, namaz ibadetinin hikmet ve esrarına ilişkin, yeni bir bakış açısına, sürükleyici bir üsluba, namazdaki eylemlerin, sûre ve duaların anlamları, çağrışımları ve etkileri üstüne öğretici ve düşündürücü bir çalışma...” ifadesini kullanıyor ve şu açıklamayı yapıyor:

Kulluğun özü, ibadetin ruhu...

“İbadetlerin temel varoluş sebepleri, Âlemlerin Rabbine kulluğu en iyi şekilde göstermek ve Yüce Allah’ın emirlerine boyun eğmektir. Böyle olmakla birlikte, ibadetlerin ikincil maksatları olan etkileri ve hikmetleri; insanlar tarafından araştırılıp kavranmak istenmektedir” diyen Sayın bu eserinde de namazın bu hikmetini ve ehemmiyetini ön plana çıkarmaya çabalıyor. Bu bağlamda, yine namazın kocaman bir kalbi andırdığını ve bir hazine gibi keşfedilmeyi beklediğini, söyleyen Sayın, bu hazinenin nasıl keşfedileceğine dair ipuçları vermeyi de ihmal etmiyor.

Rabbimizin emrettiği en büyük ve en vazgeçilmez ibadet olan, namaz ibadetini hakkıyla ve eksiksiz yerine getirebilmek için şüphesiz ilk şart namazın önemini çok iyi özümsemek olacaktır. Bu eser sayesinde bu önemi kavrayacak ve namazı hakiki manada ruhunuzla hissedeceksiniz.

Peki, hem iman ağacının bir meyvesi, hem de bir çekirdek gibi İslam’ın bütün şartlarını içinde barındıran bu küllî ibadet, insan hayatının neresinde ve ne kadarlık kısmında yer alıyor? İşte bunun gibi pek çok sorunun cevabı bu eserde!

Namazın sırrını anlamak, hikmetini kavramak ve şevkle namaza sarılmak isteyenler için bir başucu kitabı niteliğinde..(Haber 7)

Cinsellik olmadan da aşk anlatılabilir



Dünyada en çok okunan kitap türleri arasında birinciliği kimseye bırakmayan bir tür var; romanlar...

Romanlar tüm okurlara hitap eden eserleriyle raflarda en görkemli yerleri dolduruyorlar. Böyle olunca hem yerli eserleriyle hem de tercüme şeklinde edebiyat dünyamıza kazandırılan diğer örnekleriyle bu tür, kitap kültürümüzün de büyük bir kısmını oluşturuyor.Bu eserler, bu denli etkileyici ve başarılı bir tür olmalarına rağmen bazı zaafları da içlerinde barındırmıyor değiller. Özellikle tercüme romanların içerisinde yer alan kültürümüze yabancı öğeler, onlarla büyüyen nesillerin de zihin dünyasını tehdit ediyorlar. Gençler, belki ömürleri boyunca duymayacakları kem özellikleri bu romanlar vesilesiyle kitaplardan öğrenmiş oluyorlar. Belki bu tarz zararlarından en çok korktuğumuz eser türü de; “aşk romanları...”Aşk romanları, bülûğ çağının heyecanlı ve kararsız günlerinde arayış içinde olan genç okurların ellerinden hiç düşmüyor. Hatta yalnız onlar değil, büyüklerin de en çok sevdiği türlerden birisi oluşturuyor aşk romanları... Fakat özellikle tercüme eserler içerisinde yer alan, aşk ile süslenmiş cinsellik; çocuklarımızın hep safî ve kirsiz kalmasını dilediğimiz düşünce dünyasını da bir hayli pislendiriyor, sislendiriyor. Belki hayatı yeni yeni tanımaya başlayan ve kelimeleri anlamlandıran bir genç, aşk kelimesinin içini de cinsellikle dolduruyor. Aşkı, cinsellik sanıyor...İşte eseri hakkında konuşurken de bu noktaya dikkat çeken Ahmet Ay, Esen Kitap’tan yayınlanan romanı Hüzn-ü Aşk’ta; cinsellik olmadan da aşkı anlatabileceğimizi göstermeye çalıştığını söylüyor. Aşkı bir meta, bir şehvet ürünü gibi göstermeye çalışanlara bedel; onun duygu dünyamıza kattığı zenginlikleri inkâr etmeden, bizim de romanlar yazabileceğimizi ifade ediyor ve ekliyor:“Aşk asla bu asırdaki kadar ayaklar altına düşen bir meta olmadı. Bugün duyunca kulaklarımızı kapadığımız pekçok iğrençlik bile aşk olarak fikir soframıza sunuluyor. Burada bizim düştüğümüz ikinci bir yanlış, onları reddederken aşkı da reddetmemiz. Eğer aşkı reddedersek, bu sefer onun yolunun cazibesini de görmezden gelmiş oluruz. Biz bugün böyle eserler üretmesek bile gençler o tür eserleri mutlaka bir yerlerden bulup alacaklar, okuyacaklardır. Bu yüzden daha safi anlatımlı aşk romanlarına ihtiyacımız var.”Eserini ve arkasındaki fikriyatı bu cümlelerle ifade eden Ahmet Ay, Hüzn-ü Aşk’ın biraz dramatik, biraz hazin öyküsünü hepimize tavsiye ediyor... Ne dersiniz, aşkı hiç cinselliğe bulaşmamış haliyle okumak, yalnızca aşkı okumak hoş olmaz mı?(haber7)

Genç tiyatrocular mezun oldu



Ünlü Tiyatro Oyuncusu Ulvi Alacakaptan'ın sanat yönetmenliğinde Bağcılar' da açılan Tiyatro Okulu dördüncü dönem mezunlarını verdi. Bağcılar Belediyesi Kültür Merkezi'nde düzenlenen törenle, 2 yıldır okula devam eden ve başarılı olan 100 öğrenci sertifikalarını aldı. Genç tiyatrocular, neler öğrendiklerini ise sahneledikleri "Sorumluysam Haklıyım" ve "Dilek Taşları" isimli 30'ar dakikalık iki oyunla gösterdi.

Yoğun katılımla gerçekleştirilen programda konuşan Ulvi Alacakaptan, "Bundan 5-6 yıl önce başlamış olduğumuzda, bu günlere ulaşacağımızı hiç tahmin edemezdik" dedi. İlk açılan Tiyatro Okulu'na 8 yaşında başlayan öğrencilerin bugün 15 -16 yaşlarına geldiğini belirten Alacakaptan, "Özellikle küçük yaş gruplarındaki öğrencilerin velilerine çok teşekkür ediyorum. O kadar güzel, o kadar hayırlı bir iş yaptılar ki çocuklarını bize teslim ettiler. Biz de onlara, kendine güvenen, sosyalleşmiş, hitabet kabiliyeti gelişmiş çocuklar verdik" diye konuştu.

Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı ise yaptığı konuşmada, belediye olarak sosyal ve kültürel dönüşüme önem verdiklerini ifade etti. Tiyatro Okulu'nun da bu kapsamda açıldığını ve olumlu sonuçlar aldıklarını belirten Çağırıcı, "Kentsel dönüşümü, kültürel dönüşümle birlikte gerçekleştirebilirseniz o zaman anlamlı olur. Tiyatro okulumuzun görsel sanat yönetmeni, değerli tiyatro sanatçımız Ulvi Alacakaptan ve ekibine teşekkür ediyorum" şeklinde konuştu.

Bağcılar Belediyesi tarafından açılan Tiyatro Okulu yoğun ilgi görüyor. Ciddi bir değerlendirme sonucunda seçilen farklı yaş gruplarındaki öğrenciler, Ulvi Alacakaptan' ın yönetmenliğinde iki yıl tiyatro eğitimi alıyor. Tiyatro Okulu'nu tamamlayanlardan çok sayıda genç, tiyatro, dizi filmler ve reklam filmlerinde rol alıyor.İHA

Angelina'nın filmini sadece 12 kişi izledi



Başkent Belgrad'daki ''Sinepleks'' sinemasında düzenlenen filmin galasına, gazetecilerin yanı sıra sadece 12 izleyici katıldı.

Daha önce Saraybosna ve Zagreb'de düzenlenen filmin galalarına olan ilginin, Sırbistan'da tekrarlanmadığını gözlendi.

Sırbistan'daki medya ile bazı radikal kesimler tarafından ''Sırp karşıtı'' olarak nitelendirilerek eleştirilen filmin gösterimi sürerken salonu terk eden bazı izleyiciler, filmi farklı şekillerde yorumladı.

Gazetecilerin sorunlarını yanıtlayan seyircilerin bir kısmı, filmin ''bir aşk hikayesi'' olmadığını ileri sürerken, filmi sadece 12 kişinin izlemesi ise ''Belgrad'ın ayıbı'' olarak değerlendirildi.

Filmi sonuna kadar seyreden ender izleyicilerden biri, ''filmin sayesinde orada (Bosna Hersek) neler yaşandığını daha iyi öğrendim'' dedi.

Genç izleyicilerden bazıları ''ilk gösterime sadece 12 kişinin gelmesinin utanç verici olduğunu'' söylerken, salonu terk edenler ''filmin utanç verici olduğunu'' belirttiler.

AA muhabirine açıklama yapan, ismini vermek istemeyen yaşlı bir kadın izleyici ise, filmi çok beğendiğini ve filmin ne politika ne de aşk hikayesi olduğunu, sadece savaşın dehşetini gösterdiğini anlattı.

Kadın izleyici, ''Hepimizin savaşın dehşetini bilmemiz gerek'' diye konuştu.

Filmin 15 Şubat'ta düzenlenen Saraybosna galasının ardından Sırp milliyetçi kuruluşlar ve basın, Jolie'ye 1992-1995 yılları arasında yaşanan savaşı 'tek yanlı' biçimde ele aldığı gerekçesiyle tepki gösterdi. Bazı radikal kesimler ise, Jolie ve filmin ekibine yönelik tehdit mesajları göndermişti.

Saraybosna galasında düzenlediği basın toplantısında Angelina Jolie, filminin ''Sırp karşıtı'' olmadığını belirtmiş, Belgrad'daki galasına ise katılmayacağını söylemişti.

''Kan ve Bal Ülkesinde'', Bosna savaşı sırasında Boşnak kız Ayla'nın, savaş öncesinde aşk yaşadığı Sırp asker Daniel'in başında bulunduğu toplama kampına düşmesinin ardından yaşananları anlatıyor.AA

Grup 84 OMÜ'de konser verdi!



Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu(BESYO) Kapalı Spor Salonu'nda düzenlenen konsere katılan binlerce öğrenci hep bir ağızdan şarkılara eşlik ettiler. Mehmet Turgut ve Erdem Yener'in de izlediği konserin sonunda, Medya Ödülleri anket sonuçlarına göre, “En İyi Müzik Grubu Ödülü”ne layık görülen “Grup 84” ödülünü, OMÜ Gençlik Kulübü Akademik Danışmanı Prof. Dr. Metin Eker'den aldı.

“En İyi Fotoğraf Sanatçısı” ödülüne layık görülen ancak OMÜ Medya Ödülleri Töreni'ne katılamayacak olan Mehmet Turgut da ödülünü Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'nde öğrencilerle yaptığı söyleşide aldı.İHA

Atiye Malatya'yı salladı



Meşale - Yalmaç Organizasyo'nun Reyyan'da düzenlediği etkinlik kapsamında Malatya'ya gelen Türk pop müziğinin sevilen genç ismi Atiye, hayranlarıyla bir araya geldi. Malatyalıların büyük ilgi gösterdiği konserde Atiye, söylediği şarkılarla kendisini dinlemeye gelenlere unutulmaz bir gece yaşattı.

Elbisesiyle bütün ilgileri üstüne çeken güzel şarkıcı, sahne şovuyla da herkesi büyüledi. Şarkılarında kendisine eşlik eden dansçılarıyla şov yapan güzel popçu, sevenlerinden tam not aldı. Genç şarkıcı,

hayranlarının ilgisinden çok memnun olduğunu belirterek, "İlk kez Malatya'ya geldim. Çok mutluyum. Bizleri yalnız bırakmadığınız için çok teşekkür ediyoruz" dedi. Atiye'ye konserinde ünlü dj Suat Ateşdağlı'da eşlik etti.İHA

Tarihçi gözüyle Hac seyahati



Tarihçi-Yazar Mustafa Turan 3 yıldan bu yana araştırdığı ‘Kutsal Topraklarda Osmanlı İzleri ve Ecdadımızdaki Peygamber Sevgisi’ni ‘Peygambere Hürmet Haremeyn’e Hizmet’, ‘Bir Tarihçi Gözüyle Haccı Yaşamak’ adlı 2 kitapta topladı.

3 yıldan buyana gece gündüz bu konuyu araştırdığını, bu konuyla yatıp kalktığını ve bu konuyla yaşadığını belirten Mustafa Turan, “Bugüne kadar kaleme aldığım 14 kitaptan hiç birisi beni bu derece derinden etkilememiştir. Bu konunun çok büyük bir hassasiyeti bulunuyor. Söz konusu olan, Yüce Rabbimiz ve O’nun Sevgili Resulü. Tabii ki defalarca vahyin geldiği mübarek beldeler ve mukaddes yapılar. Büyük Alim Es-Seyyid Ahmet Mirza’nın ‘El-Mecmaatü’z- Zühdiyye ve Fi Ahkâmü’d- Diniyye’ adlı eserinde belirttiği, Allah katındaki dünyanın en önemli coğrafyası. Arş ve kürsüden daha büyük olan Keremli Mekke ve Nurlu Medine. Aslında bu konuları incelemek de mana yönüyle büyük cesaret gerektirir.” dedi.

3 yıl boyunca ve Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla üç kez mukaddes topraklara gittiğini, dini vazife ile birlikte araştırmalara devam ettiğini ifade Turan, “Diğer araştırmalarımızda elde ettiğimiz tüm dökümanlarla onları sentezleştirdikten sonra Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in müsamahasına sığınarak âcizâne ve fakat hâlisâne olarak kaleme aldığımız, ‘Peygambere Hürmet- Haremeyn’e Hizmet’ adlı eserimizi hazırladık. Bu mütevâzi eserimizi, Rasülüllah’ın Kutlu Doğumu'na ithaf ettik.” şeklinde konuştu.

GELİRİ YETİM VE ÖKSÜZ ÇOCUKLARA VERİLECEK

Hac farizasını yerine getirirken de ‘Bir Tarihçi Gözüyle Haccı Yaşamak’ adlı kitabını hazırladığını dile getiren Turan, iki eserin de tüm gelirlerini öksüz ve yetim çocuklar ile hayır kurumlarına vakfettiklerini kaydetti. Bu eserlerin sunusunu da hazırlayarak, elde edilen birikimi geniş kitlelerle beyaz ekranda paylaşmakta ve kalabalık salonlarda çok heyecanlı ve duygulu sahneler yaşandığının altını çizen Turan sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu manevi atmosferi, ne “Çanakkale” konferanslarında ve ne de diğer konulardaki sohbetlerimizde bulmak mümkündür. Biz de o mukaddes yerleri kare kare anlatırken aynı duyguları yaşamaktayız ki benim için bu keyfiyet, tarifi imkansız bir bahtiyarlıktır. Yüce Rabbim, ben aciz kulunu bu uğurda istihdam etme lütfunu bana bağışladığı için, bir ömür boyu hamd ve şükretme makamında olduğumun bilinci ve davranışı içinde olmalıyım diye düşünüyorum.”

Yıllar boyu Mart ayını diyar diyar gezip ‘Çanakkale’ konferanslarıyla geçirdiğini belirten Tarihçi Turan, artık her yıl Nisan ayını da “Kutlu Doğum” çerçevesinde “Mekke-Medine Sunumu” programlarıyla geçirmeye başladığını sözlerine ekledi.(CİHAN)

Eren Süalp Antalyalıları büyüledi!



Antalya Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşleri Dairesi Başkanlığı'nın bu yıl ilkini düzenlediği Uluslararası Antalya Gitar Festivali, tüm coşkusuyla devam ediyor.

Festivalin 3'üncü gecesinde genç Türk gitar sanatçısı Eren Süalp, sahne aldı. Antalya Kültür Merkezi (AKM) Aspendos Salonu'ndaki konserde Eren Süalp, dinleyenlere harika bir gitar gecesi yaşattı. Gecenin sonunda sanatçı Eren Süalp, dakikalarca ayakta alkışlandı.

ÜCRETSİZ WORKSHOPLAR DÜZENLENİYOR

Uluslararası Antalya Gitar Festivali kapsamında Japon sanatçı Takeshi Tezuka orkestrasıyla 24 Şubat tarihinde sahne alacak. Festivalin kapanış konseri ise 25 Şubat'ta gitarın usta ismi Doç. Dr. Ahmet Kanneci tarafından verilecek.

Konserler dışında AKM'deki salonlarda workshoplar düzenleniyor. Ücretsiz workshoplara özellikle gitar meraklıları ilgi gösteriyor.İHA

Bu kaleden sadece Drakula kaçabildi



Kütahya'nın Emet ilçesinin Eğrigöz beldesinde bulunan, 1800'lü yıllarda esirleri kazığa oturtarak öldürdüğü için ''Kazıklı Voyvoda'' diye anılan Eflak Prensi Vlad Tepes'in hapsedildiğinin ileri sürülmesiyle yaklaşık 10 yıl önce gündeme gelen tarihi kalenin turizme kazandırılması isteniyor.

İrlandalı yazar Bram Stoker'in Vlad Tepes'in yaşam öyküsünden esinlenerek 1897'de yazdığı, film ve belgesellere de konu olan vampirlerle ilgili ''Drakula'' adlı roman dünyada halen ilgi görüyor.

Bazı yabancı internet sitelerinde, Vlad Tepes'in Fatih Sultan Mehmet tarafından esir edildikten sonra Eğrigöz Kalesi'nde hapsedildiği tezi ortaya atıldı. Sarp kayalıklar üzerinde kurulu, dört yanı uçurumlarla kaplı olduğundan kaçılması imkansız görünen Eğrigöz Kalesi'nden sadece Vlad Tepes'in kaçtığı ileri sürüldü.

Eğrigöz beldesi, bu iddianın yayılmasının ardından yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmeye başladı ancak Eskişehir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulunca koruma altına alınan kaleyle ilgili çalışma yapılmadı.

Kütahya Müze Müdürü Metin Türktüzün, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kalenin turizme kazandırılması için öncelikle röleve çalışması yapılarak Kültür ve Turizm Bakanlığına sunulması gerektiğini, bakanlığın onay vermesi halinde restorasyon projesi hazırlanarak onarıma başlanabileceğini söyledi.

Eğrigöz Belediye Başkanı Mehmet Alkan ise Romanya'nın Sinaia kentindeki Drakula Şatosu'nun bu ülkeye önemli oranda turizm geliri sağladığını kaydetti.

Beldedeki tarihi kalenin ciddi bir turizm potansiyeli barındırdığını ifade eden Alkan, ''Kazıklı Voyvoda'nın hapis yattığı iddiasının ardından yaklaşık 10 yılda yerli ve yabancı birçok araştırmacı buraya geldi. Kaleyi ve çevresindeki araziyi inceleyip gittiler. Ancak tarihçiler ve vampir hikayeleriyle ilgilenen kişiler burada daha fazla zaman geçirmek istiyor'' dedi.

Büyüklerinden Vlad Tepes'in 1800'lü yılların ortalarında kalede 6 ay ile 2 yıl arasında hapis yattıktan sonra kaçtığını duyduğunu söyleyen Alkan, kaleyle ilgili bilgiler net olmasa da tarihçilerin araştırmalarını sürdürdüğünü belirtti.

Tarihçi Prof. Dr. Cemal Kafadar'ın beldede 2 gün konaklayarak araştırma yaptığını ve Eğrigöz Kalesi'nin tarihte önemli bir yeri olduğunu bildirdiğini kaydeden Alkan, ''Gerek tarihi önemi gerekse yapısı bakımından kaleye olan ilginin turizme yönlendirilmesi gerekiyor. Bilim insanlarımızın kaleyle ilgili ayrıntıları ortaya çıkarmasını, kalemizin dünya çapında turizme kazandırılması için destek verilmesini istiyoruz'' diye konuştu.

Belde sakinlerinden Hidayet Özkan da 96 yaşında vefat eden babasından öğrendiğine göre, Vlad Tepesi'nin 30 askerle kaleye hapsedildiği ve idam edilenlerin kalenin güneyindeki ''kanlı kuyu'' denilen yere atıldığının iddia edildiğini söyledi.

-Kazıklı Voyvoda-

İrlandalı yazar Bram Stoker'in ''Drakula'' adlı ünlü vampir romanına esin kaynağı olan Eflak Prensi Vlad Tepes, 1456-1462 yıllarında hükümdarlık yaptı.

Romanya tarihinde ''ulusal kahraman'' diye nitelendirilen Vlad Tepes, cezalandırmak istediği esirleri kazığa oturtarak öldürdüğü için Türkler tarafından ''Kazıklı Voyvoda'' diye anılıyor.

Osmanlılara karşı 1461 yılında isyan başlatan Vlad Tepes'in ordusu, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet'in 1462'de yaptığı seferde yenildi. Prens esir edildi.

Kaynaklarda 1476'da öldüğü ifade edilen Vlad Tepes'in hapsedildiği yerle ilgili bilgi bulunmuyor.(Haber7)

Gaziantep'te gitar ve kadın resitali



Büyükşehir Belediyesi Onat Kutlar Salonu'nda gerçekleşen konseri Bölge İdare Mahkemesi Başkan Vekili Sebahat Demir, Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Sema Marangoz ve çok sayıda sanatsever izledi.

Salonu dolduran sanatseverlere 3 bölüm halinde 'Klasik Gitar Keman Resitali' sunan sanatçılar, Latin Amerika'dan İspanya'ya Türkiye'den Vietnam'a ve Japonya'ya kadar geniş bir resital sundu.

Türkiye'de ve program kapsamında Gaziantep'te olmaktan mutlu olduklarını ifade eden Vietnamlı Le ve Japon Yoshida, bir yandan sanatsal çalışmalarını paylaşırken, diğer yandan da Türkiye'nin değişik illerinin kültürel birikimlerini tanımak istediklerini ifade ettiler.(İHA)

Fetih 1453 dizi olmayacak, kopya da değil!



Aksoy yapımcılık adına bir açıklama yapan Fatih Aksoy, Filmin yapım aşamasının her anında güçlük çektiklerini ama Fatih Sultan Mehmet Han ve Fetih gibi bir tarihi gururu sinemaya aktarma konusundaki inançlarını hiç kaybetmediklerini söyledi.Film hakkındaki eleştirileri bir katkı olarak gördüğünü fakat bazı değerlendirmelerin gerçek dışı ve yanlış bilgiye dayalı olduğu için cevap vermek zorunda kaldığını ifade eden Aksoy, özellikle Hürriyet yazarı Yılmaz Özdil’in Fetih 1453’ün Hollywood filmlerinden kopya olduğu yönündeki yazısına yanıt verdi.Aksos şunları kaydetti: “Filmin, savaş kulelerinin yanması, devrilmesi, oklardan korunmak için kalkanların kaldırılması, üzerine hızla gelen bir şeyi savuşturmak için oyuncunun geriye eğilmesi ve bu planın yavaş çekilmesi ( zaten normal hızda çekilse seyircinin fırlatılan nesneyi algılaması mümkün olmayacak, ama ne gam laf söylenecek ya) gibi bazı sahneler, olağanüstü bir zorlamayla Holywood filmlerinin sahnelerine benzetilmiş. Bu iddiaları büyük bir tebessümle okuduk hatta biz benzerlik açısından daha da ileri gittik. Sadece 5-6 filmden alıntı yapmadık . Yüz binlerce filmden yaptık. Öyle ya, o filmlerinde birer yönetmeni var. Eyvah bizim de..senaristleri var, aa bizim de… onlarda filmlerine müzik yapmışlar. Bizde yaptık… vs, vs.

DİZİ YAPILACAK İDDİALARI BİZİMLE ALAKALI DEĞİL

Faruk Aksoy ayrıca, Fetih 1453 filminin dizi olacağı yönündeki haberleri de yalanladı. Aksoy: “Fetih ve Fatih Sultan Mehmet Han’ın dizisini yapacağımız iddialarının da bizimle hiçbir alakasının olmadığının bilinmesini isterim.” dedi.Faruk Aksoy, Fetih 1453’ün izleyici sayısının, Recep İvedik 2’nin altında kaldığı iddialarının da gerçeği yansıtmadığını belirterek her iki filmin yapımcısı olarak veriler üzerinden şu çarpıcı analizi yaptı: Recep İvedik 2,  112 dakikalık bir filmdir ve hafta sonunda günde beş seanstan toplam 15 seans gösterilmiştir. Fetih 1453 ise 160 dakikalık bir filmdir ve perşembe günü üç, diğer günler dört seans olmak üzere hafta sonunda toplam 15 seans gösterilmiştir. Recep İvedik 2 %70 doluluk, Fetih 1453 ise %80 doluluk oranıyla oynamıştır. Sonuç olarak Recep İvedik 2 eşit seans sayısında 1.209.453, Fetih 1453 ise 1.405.382 seyirci tarafından izlenmiştir. Bu durumda Fetih 1453 tartışmasız bir biçimde tüm zamanların en iyi hafta sonu açılışını yapmıştır.”(Haber 7)

O İncil sahte, fotokopisi de bende!



Aramca eski bir dil. Bin 1500 yıllık incil keçi derisinden bir kâğıda sülyan boyayla yazılmaz. Haç, arkasına konulmaz. Arkasına ışık yansıtması yapılmaz. Noktalama işaretleri var Süryanca'nın.  O harflere bakarak yazılmış. Bu kitap uyduruk keçi derisine yazılmış. Barnabas İncil’i böyle bir şey değil”Ankara Adliyesi Adli Emaneti’nde 1500 yıllık bir İncil bulunduğu ve Hz. İsa’nın ilk öğütlerini verdiği Aramca yazılı tarihi İncil’in, polis nezaretinde Ankara Etnografya Müzesi’ne devredildiği haberi büyük ilgi topladı. Vatikan’ın da istediği iddia edilen ve değerinin 40 milyon fotokopisinin ise 4 milyon dolar olduğu ileri sürülen İncil’le ilgili çok çarpıcı bir çıkış geldi.1981 yılında Hakkari'de köylüler tarafından bir mağaradaki lahit içerisinde bulunan Hazreti İsa’nın dili olan Aramca yazılı İncil’in bir bölümünü tercüme eden ve bu İncil’in Barnabas İncili’nin bir bölümü olduğu kanısına varan Prof. Dr. Hamza Hocagil Haber 7’ye çarpıcı açıklamalarda bulundu.Aydoğan Vatandaş'ın 2008 yılında Timaş Yayınlarından çıkan Apokrifal isimli kitabındaki Barnabas İncili hakkında çarpıcı bilgi ve iddiaların da sahibi olan Prof. Hocagil, şu anda Etnografya Müzesi’nde sergilenen ve 1500 yıllık olduğu ileri sürülen İncil’i 1987 yılında incelediğini ve denildiği gibi Barnabas İncil’i değil sahte bir metin olduğunu öne sürdü.

BARNABAS İNCİL’İ BÖYLE BİR ŞEY DEĞİL

Kendisine  telefonla ulaştığımız Prof. Dr.  Hocagil, bahsi geçen İncil’i televizyona yansıyan görüntülerinden incelediğini belirterek şunları kaydetti:  “Bu Barnabas İncili diye söyledikleri kitabı 1987’de Ağrı’da görmüştüm. Bende fotokopileri de var. O zaman inceledim. İran’dan veya Doğu’dan bir yerden getirilmiş sanırım. Yani çok önemli bir kitap değil. 1500 yıllık bile değil. Bir defa 1500 yıl önce deri çok önemliydi.  Bu kitap çok çirkin ham bir deriye, sanıyorum sülyan boyayla yazılmış. Barnabas İncili böyle bir şey değil.

UYDURUK KEÇİ DERİSİ

Sergilenen kitabın derisinin eski dönemlere ait olmadığını söyleyen Hocagil, “Eski nesiller deriyi işlemesine bilen, deriyi kâğıt gibi kullanıyorlardı. İncil bu kadar uyduruk derilere yazılmaz. Bu Süryani geleneğine, Arami geleneğine ve o dönemin yazı tekniğine aykırı… 1500 sene evvel, 4’üncü yüzyıldan 7’inci yüzyıla kadar Süryaniler büyük bir teknik geliştirdiler. “Şam Papirüsü” diye kâğıt yaptılar. Böyle bir dönemde böyle bir uyduruk, keçi derisinin kurutulmuşu olmaz.” diye konuştu.

BİR KÜRDÜN ZEKA ÜRÜNÜ!

Barnabas İncili olması mümkün değil. İncil olduğunu nereden çıkarabilirler. Arkasında Haç işareti var. Ve hHç işareti de böyle ışık süzmeleri var. Büyük bir ihtimalle bir Kürdün zekasının ürünü. Fars’ın Acem de olabilir. Arkasında haç var. Haç bir zaman arkada olmaz. Hep sayfanın önünde olur. Öyle yamuk da durmaz. Haç çok kutsaldır. Süryani Kilisesi: Kitabı getirsinler ne olduğunu söyleyelim (Haber 7)

Kongar'a göre Marksizm nasıl canlanabilir



Emre Kongar'ın 1980'lerin başında ve ortasında yayımlanan, Türk Toplumbilimcileri kitabı, otuz yıl sonra güncellenerek ve tek bir cilt olarak yeniden yayımlandı.
Türkiye'de toplumsal bilimlerin kurucusu sayılan Ziya Gökalp ile başlayan çalışmada, Prens Sabahattin, Hilmi Ziya Ülken, İbrahim Yasa, Niyazi Berkes, Nurettin Şazi Kösemihal, Cahit Tanyol, Cavit Orhan Tütengil, Mübeccel Belik Kıray, Mehmet Ali Şevki, Mehmet İzzet, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İsmail Hüsrev Tökin, Mümtaz Turhan, Muzaffer Şerif Başoğlu ve Sedat Veyis Örnek inceleniyor.
Çalışmada, Türkiye'de gelişimi büyük ölçüde siyasal dalgalanmalara bağlı olmuş ve AKP döneminde de olagelen toplumsal bilimlerin sancılarına, eğitim eksikliklerine, dünkü ve bugünkü sorunlarına mercek tutuluyor.
Kongar'la kitabını konuştuk.
-Kitabınızın çeşitli bölümleri o zaman doktora öğrenciniz olan araştırmacılarca yazıldı. 'Onlarla övünüyorum. Zaten bu nedenle ilk baskılarda isimlerinin kapakta yer almasını şart koşmuştum' diye yazıyorsunuz. - Galiba bu kitap doktora öğrencileriyle birlikte yazılan ilk ve tek örnek olmasa da en iyi örnek. Çok farklı kalemlerin aynı formatta irdeleme yapması çok zor bir iş ama arkadaşlarla bunu gerçekleştirdik. En azından kendi mahallemizde bilim insanlarının 'yalnızlığını' aştık. Benden önceki bilim insanlarına ve çağdaşlarıma duyduğum saygı ve sevgiyi özellikle gençlere yansıtmaya, onlara destek olmaya çalıştım hayatım boyunca. Bu çalışma bunun meyvelerinden biridir.- Doktora öğrencilerinizden başkaları da var yazarlar arasında.- Birinci cildi doktora öğrencilerimle birlikte yazdık. Bu kitap başarı kazanınca ikinci cilt çalışmasına başladım ve meslektaşlarımdan da yardım istedim. İkinci cilde çok önemli katkılarda bulunan çok değerli meslektaşlarım var. Örneğin Muzaffer Sencer. Örneğin Ali Rıza Balaman.Ayrıca ikinci cildin benim sunuşumdan sonraki giriş yazısını değerli tarihçi Zafer Toprak yazdı. 'Türkiye'de Toplumbilimin Doğuşu' adını taşıyan bu bölüm Türkiye'deki toplumsal bilimlerin tarihine gerçek bir katkıdır ve henüz aşılamamıştır.
'BİLGİ ÜRETMENİN BİRİCİK YOLU POZİTİVİZM LANETLENEBİLİYOR'
- Türk toplumbilimindeki yöntem sorununu nasıl irdeliyorsunuz kitapta? Yöntem saptarken biraz fazla öznel mi davranılıyor, objektif olunamıyor mu? Bu bağlamda toplumbilimciler toplumsal gerçeğin peşinde koşarlarken toplumu ve gezegeni ne sıklıkta doğru okumuştur? - Türkiye'de toplumsal bilimlerin eğitiminde büyük bir sorun var: Bilimsel araştırma yöntemleri ve sistematik çözümleme modelleri okutulmuyor, öğretilmiyor. Yani toplumsal bilimlerin öğrencileri, bir fizik, bir kimya, bir hukuk, bir iktisat öğrencisi gibi tutarlı bir düşünce sistemi ile topluma bakmayı öğrenmiyor. Bu ne yazık ki, ideolojik korkulardan ve bilimsel cehalettin kaynaklanıyor.Örneğin yeni ve doğruluğu kontrol edilebilir (yanlışlanabilir) bilgi üretmenin tek ve biricik yolu olan pozitivizm bazı siyasal ve ideolojik çevrelerce lanetlenebiliyor. Diyalektik düşünme yaklaşımı, Marksizmle bağlantılı sayılarak suç kapsamına alınıyor. Bütün bu saldırıların ve bu saldırıların yarattığı korkuların sonucu olarak da toplumsal bilimlerde bir yöntem, bir sistematik düşünce cehaleti ortaya çıkıyor ve bu cehalet kuşaklardan kuşaklara eğitim yoluyla aktarılıyor. 1980'deki yıkımdan sonra ortaya çıkan yeni hareketlenmede ise iki yöntem sorunu daha belirdi: Birincisi kamuoyu araştırmaları yoluyla, işin biraz bilimsellikten ayrılıp ticarileşmesi ve araştırmayı ısmarlayanın kimliğine göre bazı saptırmaların ortaya çıkmasıydı. Ama bu nispeten masum bir sorun, çünkü böyle araştırmalar derhal afişe oluyor ve kuramsal yöntem sorunu açısından bir tehlike oluşturmuyordu. Bu arada Nezih Neyzi'nin ve Bülent Tanla'nın bu tür araştırmaların gelişmesindeki katkısını bilhassa anmak isterim. Elbette bu tür ilk çalışmayı basın için Nermin Abadan'ın yaptığını da kaydetmek gerek. Tam bir öncüdür kendisi, her alanda!1980 sonrası dönemde Özal da bu tür araştırmaları teşvik ediyordu çünkü toplumun eğilimleri kendi iktidarından yanaydı. Ama iktidara gelip, bu araştırmalar muhalefetin de kullanacağı sonuçlar üretmeye başlayınca desteğini çekti. Zaten Türkiye'de toplumsal bilimlerin kaderidir bu: Siyasal iktidarlar sadece kendilerini destekleyen araştırmaların yapılmasını ister. Gerçek toplumsal gerçeklerin ortaya konulmasından hoşlanmazlar. Bu nedenle de bilimsellik iddiası taşıyan ve nesnel olan araştırmaları engellerler. Bugünlerde egemen olarak görülen ikinci sorun ise, araştırma yapıyorum adı altında, belli bir varsayımdan, yani hipotezden yoksun, sadece belli soruların sorulmasına yönelik olan ve süreçleri açıklamayan, ancak mevcut durumu, o da belli renkleri yansıtmadan, siyah-beyaz olarak saptayan araştırmalar. Bunlar nesnellik (objektiflik) bilimsellik adına, herhangi bir hipotezi sınamayı dışlayan araştırmalar. Elbette hiç yoktan iyidir ama belli bir varsayımı test etmeyen araştırmalar eksik kalır. Bir de bazı temelsiz önyargıları doğrulamak için yapılan araştırmalar var ki, onlara girmeyi hiç istemiyorum. - 'Tarihsel süreç içinde Türk toplumbiliminin gelişmesi büyük ölçüde siyasal dalgalanmalara bağlı olmuştur' diyorsunuz. Bu nasıl bir bağlılık ve toplumbilimcinin Türk siyasetinde önem anlamında yeri, mevkisi nedir? Neden önce, neden sonra geliyor? - Doğrudan özgürlüklerle, demokrasiyle ilgili bir durum bu. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri doğrudan doğruya üniversiteleri de hedef almış ve her türlü toplumsal bilim gelişmesini engellemiştir. Örneğin YÖK böyle çabaların somut bir sonucudur. Şimdi ne yazık ki aynı durumu sivil bir yönetimde, AKP iktidarı döneminde yaşıyoruz. Politikacılar açısından bu tür araştırmalar ancak kendi iktidarlarına hizmet ettiği oranda anlamlıdır. Ama politikacıların araştırmacılara ve bilim insanlarına biraz tepeden ve çok kuşkucu olarak baktıkları da bir gerçek. Hele nesnel ve bilimsel amaçlı araştırma yapanlara hiç de iyi gözle bakmazlar çünkü çıkan sonuçların kendi aleyhlerine olması onları hem kuşkuya, hem de güvensizliğe sevk eder. Bu çerçevede, henüz Türkiye'deki politikacıların toplumsal bilim ve kamuoyu araştırmalarından, Batı ülkelerinde olduğu kadar yararlanmadıkları ve elbette fazla önem vermedikleri söylenebilir. Bu manzaranın oluşumunda, kendilerine bilim insanı diyen, çeşitli akademik unvanlar taşıyan ama ne bilime ne de kendilerine saygı duyan piyasa tiplerinin de büyük katkısı var. İğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batıralım. İktidardan esen rüzgarlara göre yön değiştiren, iktidarın hoşuna gitmek için gerçekleri eğip büken o denli akademik unvanlı insan var ki ortada, doğrusu insanın kimi zaman politikacıları da fazla suçlamaya gönlü elvermiyor.
'İKTİDAR OTORİTER YAPIYI CEZA YASALARIYLA PEKİŞTİRİYOR'-
- Günümüz siyasası toplumbilimin ayağına nasıl kurşun sıkageldi?- Toplum mühendisliğine soyunan siyasal iktidarlar ya da askeri yönetimler, kendi görüşlerinin dışındaki araştırma ve incelemeleri engelliyor ve hatta suç sayıyorlar. İşte İsmail Beşikçi'nin, Büşra Ersanlı'nın, Yalçın Küçük'ün ve daha pek çok kişinin durumları ortada. İşte Silivri, üniversite yöneticisi ve öğretim üyesi olan insanlarla dolup taşıyor. Bu yapı zaman içinde en sonunda YÖK'ü yaratmıştı. Bugünkü siyasal iktidar bu birikimlerden oluşan otoriter yapıyı, geliştirerek ve ceza yasalarıyla da pekiştirerek kullanıyor. - Araştırmalar sadece üniversitelerde mi yapılıyor?- Elbette hayır. Özellikle baskı dönemlerinde araştırmalar, incelemeler derhal üniversite dışına kayıyor, örneğin gazeteci yazarlar ön plana çıkıyor. Nitekim araştırmacı gazetecilik, üniversitelerin üzerinden buldozer gibi geçen 12 Eylül müdahalesinden sonra gelişti. Çok değerli araştırmalar ve eserler ortaya kondu. Ayrıca artık pek çok düşünce kuruluşu, sivil toplum örgütü de toplumsal ve siyasal bilimler alanında fikir ve araştırma üretiyor. Sol ve sağ yelpazenin çeşitli yerlerinde örgütlenmiş olan bu kuruluşlar hiç kuşku yok ki Türkiye'de toplumsal bilimlerin gelişmesine de ortam hazırlıyor. Ama bu konuda da pek çok araştırmacı gazetecinin günümüzde sesinin kısıldığını, bir bölümünün de Silivri'deki hücrelerde çile doldurduğunu unutmamak gerek.- Kitapta toplumbilimin bugünkü durumunu irdelerken; 'Günümüzde toplumbilim artık gerek eğitimde, gerek toplumsal yaşamda gerekse bilimde yadsınamaz bir yer ve işlev sahibi olmuştur. Bu nedenle de siyasal dalgalanmalara karşı daha korunmalı bir düzeye erişmiştir' ifadesini kullanıyorsunuz. Bu biraz iyimser bir ifade olmuyor mu?- Biraz iyimser bir beklentiyi yansıttığım muhakkak. Bakınız başta siyasal iktidar olmak üzere bütün siyasal partiler kamuoyu araştırmaları yaptırıyor ve bunları kullanıyorlar. Toplumsal bilimlerin işlevlerini sadece üniversitelerle sınırlı görmemek gerek. Ama sorunuzun haklı olduğu bir taraf da var: Ne yazık ki toplumsal bilimlerin yumuşak karnı hâlâ üniversiteler ve buralardaki baskı benim bütün iyimserliğimi alıp götürecek düzeye erişti.
'TOPLUMBİLİMLERİ AKP DÖNEMİNDE DURAKLAMA YAŞIYOR'
- Dönemleri okurken toplumbilimin bir iç sorununa ilişkin bir vurgu özellikle dikkat çekiyor; kurumsallaşmanın henüz gerçekleşmemiş olmasını sancıları ve kurumsallaşmanın gerçekleşmesinin ardından elde edilen ivme... Bu konuda öncüler kimlerdir ve ivmeyi asıl sağlayan öncü etkinlikler nelerdir?- Elbette İstanbul Üniversitesi her konuda olduğu gibi bu konuda da öncü rol oynamıştır. İlk ciddi toplumbilimsel çalışmalar burada başlıyor. CHP'nin tek parti yönetimi sırasında özellikle folklor ve kültür çalışmaları büyük ivme kazanıyor. Behice Boran ilk toplumsal monografi örneğini veriyor. Sonra Demokrat Parti döneminde uzun bir baskı ve sessizlik dönemi var. 1960'larda yeniden bir canlanma yaşanıyor. Şerif Mardin, Nermin Abadan, Mübeccel Kıray, Arif Payaslıoğlu, Cevat Geray, Ruşen Keleş, Oğuz Arı, Çiğdem Kağıtçıbaşı gibi hocaların bir araya gelmesiyle Türk Sosyal Bilimler Derneği kuruluyor. Benim de genç bir akademisyen olarak aralarından bulunmaktan onur duyduğum bu grubun ortaya çıkması ve ilk yaptığı İzmir Araştırması, Türk toplumbilimlerinde ciddi bir dönüm noktası ciddi bir sıçramadır. Ne yazık ki bu çaba 12 Mart 1971 müdahalesi ile durduruluyor. Bu arada Hacettepe'de Nüfus Etütleri Enstitüsü'nün, Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nun, ODTÜ'de Sosyoloji Bölümü'nün kurulması bu dönüşümün temel taşları olarak ortaya çıkıyor. ODTÜ'de Mübeccel Kıray'ın, Hacettepe'de Nusret Fişek'in Nüfus Enstitüsü çerçevesinde, Bozkurt Güvenç'in sosyal antropolojide ve benim sosyal çalışmada ciddi çabalarımız var ama onlar da 12 Mart'tan sonra durduruluyor. Sonra tekrar bir canlanma hareketi var Ecevit'in iktidara gelmesiyle. Ama bu da 1980 öncesi terör olaylarının üniversiteleri esir almasıyla durduruluyor ve 12 Eylül 1980'de bütünüyle yok ediliyor. 1990'lardan sonra yine yeni kıpırdanmalar ortaya çıkıyor, örneğin kamuoyu araştırmaları rağbet kazanıyor. Fakat şimdi AKP döneminde yine bir duraklama dönemi yaşanıyor.- İstanbul'da bir hareketlenme yok mu?- Olmaz olur mu, var, hem de çok. Örneğin Cavit Orhan Tütengil bu dönemin önde gelen araştırmacılarından ve bilim insanlarından. Biliyorsunuz, onu öldürerek elimine ettiler. Ayrıca iki çift var, çok önemli insanlar: Biri Ayda-Turhan Yörükan çifti. Bunlar İstanbul'da yetişen plancılar. Ankara'ya İmar ve İskân Bakanlığı'na uzman olarak geliyor ve bütün kent planlamalarında bir sosyal araştırma yapılması şartını getiriyorlar. Böylece sosyal bilim araştırmaları adeta zorunlu bir hale geliyor ve devlet ihaleleri yoluyla teşvik ediliyor. İkinci çift, Oya Sencer-Muzaffer Sencer çifti. Makro düzeyde çok güzel araştırmalar yapıyorlar. Nitekim babamın Pertevniyal Lisesi'nden öğrencisi ve yaşdaşım olan Muzaffer lütfetti, Mehmet Ali Şevki çalışmasıyla bizim Türk Toplubilimcileri kitabına da katkıda bulundu. Ne yazık ki bu değerli arkadaşı genç yaşında yitirdik. Bu vesileyle onu da anmış olayım. Oya (Baydar) ise zaten İstanbul Üniversitesi'nden olaylı olarak ayrılmasından sonra benim de desteğimle Hacettepe'ye girmiş ve 12 Mart'a kadar orada çok güzel çalışmalar yapmıştı. Daha pek çok örnek sayılabilir.
'ZİYA GÖKALP OSMANLI-TÜRK TOPLUMU İÇİN ÇIKIŞ YOLU ARIYORDU'
- Türkiye'nin ilk toplumbilimcisi sayılan ve ilk toplumbilim bölümünü İstanbul Darülfünun'da içtimaiyat olarak kurduğunu okuduğumuz Ziya Gökalp'i ayrı bir soruda sormak isterim. Özellikle, ulusçuluk anlayışıyla toplumbilime getirdiği yaklaşım; toplumbilimin, iktisat ile olan ilişkisini algılayışı ve en zayıf kaldığını imlediğiniz 'hars ile 'medeniyet' ayrımı noktalarıyla elbette... - Hiç kuşkusuz Ziya Gökalp, Türkiye'de sosyolojinin ve sosyolojinin de içinde yer aldığı toplumsal bilimlerin kurucusudur. (Mehmet İzzet'i de unutmayalım elbette) Gökalp bir yandan evrensel sosyolojinin kurallarını aktarmaya, uygulamaya çalışırken Osmanlı'nın çöküş sorunlarına da çözüm yolları arıyor. Dönemin ruhu pek doğal olarak milliyetçilik çizgisinde ortaya çıkıyor ve Gökalp bu çizginin bilimsel savunucusu oluyor. İktisadın toplumsal bilimler içindeki önemini de vurguluyor. Hars ve medeniyet ayrımı ya da maddi kültür-manevi kültür ayrımları pek doğru değildir ama o zamanki bilgilerimiz ve yaklaşımlar çerçevesinde Osmanlı-Türk toplumu için çıkış arayan bir bilim insanının arayışları olarak değerlendirilebilir. - Kitapta 'Atatürk, güçlü kişiliği ile İslamcı ve komünist akımları durdurmuş fakat onların çeşitlemelerine bir ölçüde izin vermişti' diye yazıyorsunuz. Açar mısınız?- Mustafa Kemal Atatürk'ün bizzat kendisinin Türkiye Komünist Partisi'ni Celal Bayar'a kurdurduğunu, yine bizzat kendisinin camide hutbe okuduğunu unutmayalım. Toplumu dönüştürme, çağdaşlaşma, Aydınlanma yolunda her düşünceyi kullanmak istemiş ve olanaklı olduğu ölçüde kullanmıştır da. Ama genel çizgi çağdaş demokrasi olduğu için esas olarak komünizmi ve şeriata dayalı teokratik devleti bunlara karşı bir tehdit olarak görmüş ve doğrudan denetleyemediği oluşumları durdurmuştur. Üstelik unutmayalım, Mustafa Kemal Atatürk bir kurtarıcının karizmasına ve gücüne sahipti. - Marxizme toplumbilim açısından nasıl yaklaşıyor kitap? - Aslında 'Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği' adlı kitabımda doğrudan bir Marxizm değerlendirmesi var. Marxizm'e nasıl baktığımı ve Marxist kuramı nasıl değerlendirdiğimi merak edenler bu kitaba bakabilir. Türk Toplumbilimcileri açısından doğrudan Marxizm'le ilgilenmedim. Sadece Marxizm'in de kullandığı bir yöntem olan diyalektik üzerinde durdum. Açıkça da yeni ve denetlenebilir bilgi etme etmenin tek ve biricik yönteminin pozitivist yöntem olduğunu, bu bilgileri genel bir çerçevede değerlendirmek ve yorumlamak için de diyalektik yöntemin gerektiğini belirttim.
'MARKSİZM, FARKLI NİTELİKLERDE CANLANABİLİR'
- Marx'ın beşli şemasına pek inanmıyorsunuz galiba..- Bence Marx'ın önemi geleceği kestirmesinden çok kapitalizmi iyi anlamasında ve toplumu çözümlemeye çalışırken kullandığı tarihsel materyalist yöntemde yatıyor. Dünya toplumsal bilimler tarihine üretim araçlarına göre belirlenen sınıf ve sınıf çatışması kavramlarını getirmiştir. Örneğin Max Weber'de de sınıf kavramı vardır ama o tüketim karşısındaki konumlara göre belirlemiştir sınıfa. Beşli şema bir varsayımdır ve hâlâ kanıtlanması gerekmektedir; bu açıdan bilimsel bir bulgu niteliği taşımaz. Bir modeldir, bir sayıtlıdır (assumption). Marx'ın öngörülerinin şimdilik gerçekleşmeyecek gibi görünmesi ise hem Sovyet deneyinin yanlışlarından hem de en azından bir ölçüde bence bu öngörüleri kapitalistlerin ciddiye alıp kendilerine çeki-düzen vermesinden de kaynaklanıyor. Anonim şirket yapıları, gelişen sendikal haklar, temel hak ve özgürlüklerin kurumlaşması gibi. Elbette Sovyetler Birliği'nin varlığı bütün dünyayı etkiliyordu. Çöktükten sonra, uluslararası kapitalizm daha pervasız davranmaya başladı ve art arda krizler çıkmaya başladı. Üstelik gerek işçi haklarında, gerekse temel insan hak ve özgürlüklerinde ciddi gerilemeler yaşandı. Sömürü ve eşitsizlikler küresel anlamda o denli arttı ki, Marxsizm'in Sovyetler Birliği'nde uygulanan biçiminden farklı niteliklerde varlığını sürdürmesi ve hatta canlanması bile söz konusu olabilir. Ayrıca unutmayalım ki, Çin şu anda resmen Komünist Parti'nin resmi yönetimi altında ve gelecek on yılda dünya liderliğine oynuyor. Ama Türk toplumbilimcileri kitabımda bu tür sorunlarla doğrudan uğraşmadık. Sadece ele aldığımız düşünürlerin yapıtları ve düşünce sistemleri açısından gerektiğinde bu konulara girdik. - Bir üçüncü cilt hazırlama tasarınız var. Hangi isimler yer alacak? - Yusuf Akçura, Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Cemil Meriç, Nermin Abadan, Şerif Mardin, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu hemen aklımda olanlar. - Biri roman olmak üzere üç kitap üzerinde çalıştığınızı da biliyoruz. Birkaç ipucu rica ederek bitirelim söyleşimizi? - Evet elimde iki bilimsel araştırma bir de roman çalışması var. Bilimsel alanda, önce Ortadoğu'daki sözde 'Arap Baharı' üzerine bir kitap hazırlıyorum. Bu çabaya okurların isteği üzerine girdim. En geç mart sonunda yayınevine teslim etmeyi düşünüyorum. İkinci projem şimdilik bana kalsın.Romana gelince içinde aşk ve entrika olan bir dönem romanı yazmayı düşünüyorum. Bazı notlarım, müsveddelerim var. Ama inanın roman yazmak, bilimsel araştırma yapmaktan veya bilimsel iddialı bir kitap yazmaktan çok daha zor.(Cumhuriyet Kitap)

Olay Haberler

olayhaberler.com

Diğer Haberler

Spor

Copyright © 2012. Fiber Haber - All Rights Reserved. Blogger tarafından desteklenmektedir.
 
Copyright © 2012. Fiber Haber - Tüm Hakları Saklıdır
Powered by Blogger | Sitemap | Ping | Olay Haber | Spor