Son Dakika :
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İmandan sonra en yüksek hakikat!

Gönderen: Maykıl on 26 Şubat 2012 Pazar | 00:50



Esma Sayın’ın kaleme aldığı ve Nesil Yayınlarından çıkan Anne Kucağı Namaz isimli eser değişik bakış açısına sahip olarak okuyucusuyla buluştu.

Namazdaki eylemlerin, sûre ve duaların anlamları, çağrışımları ve insan üzerinde bıraktığı etki ve öğretici yönü ele alınıyor eserde. Abdestten tekbire, kıyamdan sücuda, tahiyyatan selama, namazın her rüknünü bu çerçevede yorumlanıyor. Her sayfası ve bölümü zevkle ve heyecanla okunacak olan bu eser, namaz ibadetinin hikmet ve esrarına ilişkin, yeni bir bakış açısı kazandırıyor okurlarına.

Altı bölümden oluşan kitabın bölüm başlıkları, "Namaz Anne Kucağıdır, Namakdaki hareketler ne anlama geliyor, Namaz Duaları bize ne anlatıyor, Namaz sureleri bize ne anlatıyor, Resulullah'ın namaza verdiği ehemmiyet, çocuğun dünyasında namaz" isimlerini taşıyor.

Prof. Dr. Vecdi Akyüz, kitap için kaleme aldığı sunuç yazısında, "Her sayfasını, her bölümünü, zevkle ve heyacanla okuduğum bu eser, namaz ibadetlerinin hikmek ve esrarına ilişkin yeni bir bakış açısına, sürükleyici bir üsluba, namazdaki eylemlerin, sûre ve duaların anlamları, çağrışımları ve etkileri üstüne öğretici ve düşündürücü bir yöne sahip" diyor...

Yazar Esma Sayın'ın kitabı için yayınevi tanıtım metninde, "“Her sayfası ve bölümü zevkle ve heyecanla okunacak olan eser, namaz ibadetinin hikmet ve esrarına ilişkin, yeni bir bakış açısına, sürükleyici bir üsluba, namazdaki eylemlerin, sûre ve duaların anlamları, çağrışımları ve etkileri üstüne öğretici ve düşündürücü bir çalışma...” ifadesini kullanıyor ve şu açıklamayı yapıyor:

Kulluğun özü, ibadetin ruhu...

“İbadetlerin temel varoluş sebepleri, Âlemlerin Rabbine kulluğu en iyi şekilde göstermek ve Yüce Allah’ın emirlerine boyun eğmektir. Böyle olmakla birlikte, ibadetlerin ikincil maksatları olan etkileri ve hikmetleri; insanlar tarafından araştırılıp kavranmak istenmektedir” diyen Sayın bu eserinde de namazın bu hikmetini ve ehemmiyetini ön plana çıkarmaya çabalıyor. Bu bağlamda, yine namazın kocaman bir kalbi andırdığını ve bir hazine gibi keşfedilmeyi beklediğini, söyleyen Sayın, bu hazinenin nasıl keşfedileceğine dair ipuçları vermeyi de ihmal etmiyor.

Rabbimizin emrettiği en büyük ve en vazgeçilmez ibadet olan, namaz ibadetini hakkıyla ve eksiksiz yerine getirebilmek için şüphesiz ilk şart namazın önemini çok iyi özümsemek olacaktır. Bu eser sayesinde bu önemi kavrayacak ve namazı hakiki manada ruhunuzla hissedeceksiniz.

Peki, hem iman ağacının bir meyvesi, hem de bir çekirdek gibi İslam’ın bütün şartlarını içinde barındıran bu küllî ibadet, insan hayatının neresinde ve ne kadarlık kısmında yer alıyor? İşte bunun gibi pek çok sorunun cevabı bu eserde!

Namazın sırrını anlamak, hikmetini kavramak ve şevkle namaza sarılmak isteyenler için bir başucu kitabı niteliğinde..(Haber 7)

Kongar'a göre Marksizm nasıl canlanabilir



Emre Kongar'ın 1980'lerin başında ve ortasında yayımlanan, Türk Toplumbilimcileri kitabı, otuz yıl sonra güncellenerek ve tek bir cilt olarak yeniden yayımlandı.
Türkiye'de toplumsal bilimlerin kurucusu sayılan Ziya Gökalp ile başlayan çalışmada, Prens Sabahattin, Hilmi Ziya Ülken, İbrahim Yasa, Niyazi Berkes, Nurettin Şazi Kösemihal, Cahit Tanyol, Cavit Orhan Tütengil, Mübeccel Belik Kıray, Mehmet Ali Şevki, Mehmet İzzet, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İsmail Hüsrev Tökin, Mümtaz Turhan, Muzaffer Şerif Başoğlu ve Sedat Veyis Örnek inceleniyor.
Çalışmada, Türkiye'de gelişimi büyük ölçüde siyasal dalgalanmalara bağlı olmuş ve AKP döneminde de olagelen toplumsal bilimlerin sancılarına, eğitim eksikliklerine, dünkü ve bugünkü sorunlarına mercek tutuluyor.
Kongar'la kitabını konuştuk.
-Kitabınızın çeşitli bölümleri o zaman doktora öğrenciniz olan araştırmacılarca yazıldı. 'Onlarla övünüyorum. Zaten bu nedenle ilk baskılarda isimlerinin kapakta yer almasını şart koşmuştum' diye yazıyorsunuz. - Galiba bu kitap doktora öğrencileriyle birlikte yazılan ilk ve tek örnek olmasa da en iyi örnek. Çok farklı kalemlerin aynı formatta irdeleme yapması çok zor bir iş ama arkadaşlarla bunu gerçekleştirdik. En azından kendi mahallemizde bilim insanlarının 'yalnızlığını' aştık. Benden önceki bilim insanlarına ve çağdaşlarıma duyduğum saygı ve sevgiyi özellikle gençlere yansıtmaya, onlara destek olmaya çalıştım hayatım boyunca. Bu çalışma bunun meyvelerinden biridir.- Doktora öğrencilerinizden başkaları da var yazarlar arasında.- Birinci cildi doktora öğrencilerimle birlikte yazdık. Bu kitap başarı kazanınca ikinci cilt çalışmasına başladım ve meslektaşlarımdan da yardım istedim. İkinci cilde çok önemli katkılarda bulunan çok değerli meslektaşlarım var. Örneğin Muzaffer Sencer. Örneğin Ali Rıza Balaman.Ayrıca ikinci cildin benim sunuşumdan sonraki giriş yazısını değerli tarihçi Zafer Toprak yazdı. 'Türkiye'de Toplumbilimin Doğuşu' adını taşıyan bu bölüm Türkiye'deki toplumsal bilimlerin tarihine gerçek bir katkıdır ve henüz aşılamamıştır.
'BİLGİ ÜRETMENİN BİRİCİK YOLU POZİTİVİZM LANETLENEBİLİYOR'
- Türk toplumbilimindeki yöntem sorununu nasıl irdeliyorsunuz kitapta? Yöntem saptarken biraz fazla öznel mi davranılıyor, objektif olunamıyor mu? Bu bağlamda toplumbilimciler toplumsal gerçeğin peşinde koşarlarken toplumu ve gezegeni ne sıklıkta doğru okumuştur? - Türkiye'de toplumsal bilimlerin eğitiminde büyük bir sorun var: Bilimsel araştırma yöntemleri ve sistematik çözümleme modelleri okutulmuyor, öğretilmiyor. Yani toplumsal bilimlerin öğrencileri, bir fizik, bir kimya, bir hukuk, bir iktisat öğrencisi gibi tutarlı bir düşünce sistemi ile topluma bakmayı öğrenmiyor. Bu ne yazık ki, ideolojik korkulardan ve bilimsel cehalettin kaynaklanıyor.Örneğin yeni ve doğruluğu kontrol edilebilir (yanlışlanabilir) bilgi üretmenin tek ve biricik yolu olan pozitivizm bazı siyasal ve ideolojik çevrelerce lanetlenebiliyor. Diyalektik düşünme yaklaşımı, Marksizmle bağlantılı sayılarak suç kapsamına alınıyor. Bütün bu saldırıların ve bu saldırıların yarattığı korkuların sonucu olarak da toplumsal bilimlerde bir yöntem, bir sistematik düşünce cehaleti ortaya çıkıyor ve bu cehalet kuşaklardan kuşaklara eğitim yoluyla aktarılıyor. 1980'deki yıkımdan sonra ortaya çıkan yeni hareketlenmede ise iki yöntem sorunu daha belirdi: Birincisi kamuoyu araştırmaları yoluyla, işin biraz bilimsellikten ayrılıp ticarileşmesi ve araştırmayı ısmarlayanın kimliğine göre bazı saptırmaların ortaya çıkmasıydı. Ama bu nispeten masum bir sorun, çünkü böyle araştırmalar derhal afişe oluyor ve kuramsal yöntem sorunu açısından bir tehlike oluşturmuyordu. Bu arada Nezih Neyzi'nin ve Bülent Tanla'nın bu tür araştırmaların gelişmesindeki katkısını bilhassa anmak isterim. Elbette bu tür ilk çalışmayı basın için Nermin Abadan'ın yaptığını da kaydetmek gerek. Tam bir öncüdür kendisi, her alanda!1980 sonrası dönemde Özal da bu tür araştırmaları teşvik ediyordu çünkü toplumun eğilimleri kendi iktidarından yanaydı. Ama iktidara gelip, bu araştırmalar muhalefetin de kullanacağı sonuçlar üretmeye başlayınca desteğini çekti. Zaten Türkiye'de toplumsal bilimlerin kaderidir bu: Siyasal iktidarlar sadece kendilerini destekleyen araştırmaların yapılmasını ister. Gerçek toplumsal gerçeklerin ortaya konulmasından hoşlanmazlar. Bu nedenle de bilimsellik iddiası taşıyan ve nesnel olan araştırmaları engellerler. Bugünlerde egemen olarak görülen ikinci sorun ise, araştırma yapıyorum adı altında, belli bir varsayımdan, yani hipotezden yoksun, sadece belli soruların sorulmasına yönelik olan ve süreçleri açıklamayan, ancak mevcut durumu, o da belli renkleri yansıtmadan, siyah-beyaz olarak saptayan araştırmalar. Bunlar nesnellik (objektiflik) bilimsellik adına, herhangi bir hipotezi sınamayı dışlayan araştırmalar. Elbette hiç yoktan iyidir ama belli bir varsayımı test etmeyen araştırmalar eksik kalır. Bir de bazı temelsiz önyargıları doğrulamak için yapılan araştırmalar var ki, onlara girmeyi hiç istemiyorum. - 'Tarihsel süreç içinde Türk toplumbiliminin gelişmesi büyük ölçüde siyasal dalgalanmalara bağlı olmuştur' diyorsunuz. Bu nasıl bir bağlılık ve toplumbilimcinin Türk siyasetinde önem anlamında yeri, mevkisi nedir? Neden önce, neden sonra geliyor? - Doğrudan özgürlüklerle, demokrasiyle ilgili bir durum bu. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri doğrudan doğruya üniversiteleri de hedef almış ve her türlü toplumsal bilim gelişmesini engellemiştir. Örneğin YÖK böyle çabaların somut bir sonucudur. Şimdi ne yazık ki aynı durumu sivil bir yönetimde, AKP iktidarı döneminde yaşıyoruz. Politikacılar açısından bu tür araştırmalar ancak kendi iktidarlarına hizmet ettiği oranda anlamlıdır. Ama politikacıların araştırmacılara ve bilim insanlarına biraz tepeden ve çok kuşkucu olarak baktıkları da bir gerçek. Hele nesnel ve bilimsel amaçlı araştırma yapanlara hiç de iyi gözle bakmazlar çünkü çıkan sonuçların kendi aleyhlerine olması onları hem kuşkuya, hem de güvensizliğe sevk eder. Bu çerçevede, henüz Türkiye'deki politikacıların toplumsal bilim ve kamuoyu araştırmalarından, Batı ülkelerinde olduğu kadar yararlanmadıkları ve elbette fazla önem vermedikleri söylenebilir. Bu manzaranın oluşumunda, kendilerine bilim insanı diyen, çeşitli akademik unvanlar taşıyan ama ne bilime ne de kendilerine saygı duyan piyasa tiplerinin de büyük katkısı var. İğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batıralım. İktidardan esen rüzgarlara göre yön değiştiren, iktidarın hoşuna gitmek için gerçekleri eğip büken o denli akademik unvanlı insan var ki ortada, doğrusu insanın kimi zaman politikacıları da fazla suçlamaya gönlü elvermiyor.
'İKTİDAR OTORİTER YAPIYI CEZA YASALARIYLA PEKİŞTİRİYOR'-
- Günümüz siyasası toplumbilimin ayağına nasıl kurşun sıkageldi?- Toplum mühendisliğine soyunan siyasal iktidarlar ya da askeri yönetimler, kendi görüşlerinin dışındaki araştırma ve incelemeleri engelliyor ve hatta suç sayıyorlar. İşte İsmail Beşikçi'nin, Büşra Ersanlı'nın, Yalçın Küçük'ün ve daha pek çok kişinin durumları ortada. İşte Silivri, üniversite yöneticisi ve öğretim üyesi olan insanlarla dolup taşıyor. Bu yapı zaman içinde en sonunda YÖK'ü yaratmıştı. Bugünkü siyasal iktidar bu birikimlerden oluşan otoriter yapıyı, geliştirerek ve ceza yasalarıyla da pekiştirerek kullanıyor. - Araştırmalar sadece üniversitelerde mi yapılıyor?- Elbette hayır. Özellikle baskı dönemlerinde araştırmalar, incelemeler derhal üniversite dışına kayıyor, örneğin gazeteci yazarlar ön plana çıkıyor. Nitekim araştırmacı gazetecilik, üniversitelerin üzerinden buldozer gibi geçen 12 Eylül müdahalesinden sonra gelişti. Çok değerli araştırmalar ve eserler ortaya kondu. Ayrıca artık pek çok düşünce kuruluşu, sivil toplum örgütü de toplumsal ve siyasal bilimler alanında fikir ve araştırma üretiyor. Sol ve sağ yelpazenin çeşitli yerlerinde örgütlenmiş olan bu kuruluşlar hiç kuşku yok ki Türkiye'de toplumsal bilimlerin gelişmesine de ortam hazırlıyor. Ama bu konuda da pek çok araştırmacı gazetecinin günümüzde sesinin kısıldığını, bir bölümünün de Silivri'deki hücrelerde çile doldurduğunu unutmamak gerek.- Kitapta toplumbilimin bugünkü durumunu irdelerken; 'Günümüzde toplumbilim artık gerek eğitimde, gerek toplumsal yaşamda gerekse bilimde yadsınamaz bir yer ve işlev sahibi olmuştur. Bu nedenle de siyasal dalgalanmalara karşı daha korunmalı bir düzeye erişmiştir' ifadesini kullanıyorsunuz. Bu biraz iyimser bir ifade olmuyor mu?- Biraz iyimser bir beklentiyi yansıttığım muhakkak. Bakınız başta siyasal iktidar olmak üzere bütün siyasal partiler kamuoyu araştırmaları yaptırıyor ve bunları kullanıyorlar. Toplumsal bilimlerin işlevlerini sadece üniversitelerle sınırlı görmemek gerek. Ama sorunuzun haklı olduğu bir taraf da var: Ne yazık ki toplumsal bilimlerin yumuşak karnı hâlâ üniversiteler ve buralardaki baskı benim bütün iyimserliğimi alıp götürecek düzeye erişti.
'TOPLUMBİLİMLERİ AKP DÖNEMİNDE DURAKLAMA YAŞIYOR'
- Dönemleri okurken toplumbilimin bir iç sorununa ilişkin bir vurgu özellikle dikkat çekiyor; kurumsallaşmanın henüz gerçekleşmemiş olmasını sancıları ve kurumsallaşmanın gerçekleşmesinin ardından elde edilen ivme... Bu konuda öncüler kimlerdir ve ivmeyi asıl sağlayan öncü etkinlikler nelerdir?- Elbette İstanbul Üniversitesi her konuda olduğu gibi bu konuda da öncü rol oynamıştır. İlk ciddi toplumbilimsel çalışmalar burada başlıyor. CHP'nin tek parti yönetimi sırasında özellikle folklor ve kültür çalışmaları büyük ivme kazanıyor. Behice Boran ilk toplumsal monografi örneğini veriyor. Sonra Demokrat Parti döneminde uzun bir baskı ve sessizlik dönemi var. 1960'larda yeniden bir canlanma yaşanıyor. Şerif Mardin, Nermin Abadan, Mübeccel Kıray, Arif Payaslıoğlu, Cevat Geray, Ruşen Keleş, Oğuz Arı, Çiğdem Kağıtçıbaşı gibi hocaların bir araya gelmesiyle Türk Sosyal Bilimler Derneği kuruluyor. Benim de genç bir akademisyen olarak aralarından bulunmaktan onur duyduğum bu grubun ortaya çıkması ve ilk yaptığı İzmir Araştırması, Türk toplumbilimlerinde ciddi bir dönüm noktası ciddi bir sıçramadır. Ne yazık ki bu çaba 12 Mart 1971 müdahalesi ile durduruluyor. Bu arada Hacettepe'de Nüfus Etütleri Enstitüsü'nün, Sosyal Çalışma Yüksek Okulu'nun, ODTÜ'de Sosyoloji Bölümü'nün kurulması bu dönüşümün temel taşları olarak ortaya çıkıyor. ODTÜ'de Mübeccel Kıray'ın, Hacettepe'de Nusret Fişek'in Nüfus Enstitüsü çerçevesinde, Bozkurt Güvenç'in sosyal antropolojide ve benim sosyal çalışmada ciddi çabalarımız var ama onlar da 12 Mart'tan sonra durduruluyor. Sonra tekrar bir canlanma hareketi var Ecevit'in iktidara gelmesiyle. Ama bu da 1980 öncesi terör olaylarının üniversiteleri esir almasıyla durduruluyor ve 12 Eylül 1980'de bütünüyle yok ediliyor. 1990'lardan sonra yine yeni kıpırdanmalar ortaya çıkıyor, örneğin kamuoyu araştırmaları rağbet kazanıyor. Fakat şimdi AKP döneminde yine bir duraklama dönemi yaşanıyor.- İstanbul'da bir hareketlenme yok mu?- Olmaz olur mu, var, hem de çok. Örneğin Cavit Orhan Tütengil bu dönemin önde gelen araştırmacılarından ve bilim insanlarından. Biliyorsunuz, onu öldürerek elimine ettiler. Ayrıca iki çift var, çok önemli insanlar: Biri Ayda-Turhan Yörükan çifti. Bunlar İstanbul'da yetişen plancılar. Ankara'ya İmar ve İskân Bakanlığı'na uzman olarak geliyor ve bütün kent planlamalarında bir sosyal araştırma yapılması şartını getiriyorlar. Böylece sosyal bilim araştırmaları adeta zorunlu bir hale geliyor ve devlet ihaleleri yoluyla teşvik ediliyor. İkinci çift, Oya Sencer-Muzaffer Sencer çifti. Makro düzeyde çok güzel araştırmalar yapıyorlar. Nitekim babamın Pertevniyal Lisesi'nden öğrencisi ve yaşdaşım olan Muzaffer lütfetti, Mehmet Ali Şevki çalışmasıyla bizim Türk Toplubilimcileri kitabına da katkıda bulundu. Ne yazık ki bu değerli arkadaşı genç yaşında yitirdik. Bu vesileyle onu da anmış olayım. Oya (Baydar) ise zaten İstanbul Üniversitesi'nden olaylı olarak ayrılmasından sonra benim de desteğimle Hacettepe'ye girmiş ve 12 Mart'a kadar orada çok güzel çalışmalar yapmıştı. Daha pek çok örnek sayılabilir.
'ZİYA GÖKALP OSMANLI-TÜRK TOPLUMU İÇİN ÇIKIŞ YOLU ARIYORDU'
- Türkiye'nin ilk toplumbilimcisi sayılan ve ilk toplumbilim bölümünü İstanbul Darülfünun'da içtimaiyat olarak kurduğunu okuduğumuz Ziya Gökalp'i ayrı bir soruda sormak isterim. Özellikle, ulusçuluk anlayışıyla toplumbilime getirdiği yaklaşım; toplumbilimin, iktisat ile olan ilişkisini algılayışı ve en zayıf kaldığını imlediğiniz 'hars ile 'medeniyet' ayrımı noktalarıyla elbette... - Hiç kuşkusuz Ziya Gökalp, Türkiye'de sosyolojinin ve sosyolojinin de içinde yer aldığı toplumsal bilimlerin kurucusudur. (Mehmet İzzet'i de unutmayalım elbette) Gökalp bir yandan evrensel sosyolojinin kurallarını aktarmaya, uygulamaya çalışırken Osmanlı'nın çöküş sorunlarına da çözüm yolları arıyor. Dönemin ruhu pek doğal olarak milliyetçilik çizgisinde ortaya çıkıyor ve Gökalp bu çizginin bilimsel savunucusu oluyor. İktisadın toplumsal bilimler içindeki önemini de vurguluyor. Hars ve medeniyet ayrımı ya da maddi kültür-manevi kültür ayrımları pek doğru değildir ama o zamanki bilgilerimiz ve yaklaşımlar çerçevesinde Osmanlı-Türk toplumu için çıkış arayan bir bilim insanının arayışları olarak değerlendirilebilir. - Kitapta 'Atatürk, güçlü kişiliği ile İslamcı ve komünist akımları durdurmuş fakat onların çeşitlemelerine bir ölçüde izin vermişti' diye yazıyorsunuz. Açar mısınız?- Mustafa Kemal Atatürk'ün bizzat kendisinin Türkiye Komünist Partisi'ni Celal Bayar'a kurdurduğunu, yine bizzat kendisinin camide hutbe okuduğunu unutmayalım. Toplumu dönüştürme, çağdaşlaşma, Aydınlanma yolunda her düşünceyi kullanmak istemiş ve olanaklı olduğu ölçüde kullanmıştır da. Ama genel çizgi çağdaş demokrasi olduğu için esas olarak komünizmi ve şeriata dayalı teokratik devleti bunlara karşı bir tehdit olarak görmüş ve doğrudan denetleyemediği oluşumları durdurmuştur. Üstelik unutmayalım, Mustafa Kemal Atatürk bir kurtarıcının karizmasına ve gücüne sahipti. - Marxizme toplumbilim açısından nasıl yaklaşıyor kitap? - Aslında 'Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği' adlı kitabımda doğrudan bir Marxizm değerlendirmesi var. Marxizm'e nasıl baktığımı ve Marxist kuramı nasıl değerlendirdiğimi merak edenler bu kitaba bakabilir. Türk Toplumbilimcileri açısından doğrudan Marxizm'le ilgilenmedim. Sadece Marxizm'in de kullandığı bir yöntem olan diyalektik üzerinde durdum. Açıkça da yeni ve denetlenebilir bilgi etme etmenin tek ve biricik yönteminin pozitivist yöntem olduğunu, bu bilgileri genel bir çerçevede değerlendirmek ve yorumlamak için de diyalektik yöntemin gerektiğini belirttim.
'MARKSİZM, FARKLI NİTELİKLERDE CANLANABİLİR'
- Marx'ın beşli şemasına pek inanmıyorsunuz galiba..- Bence Marx'ın önemi geleceği kestirmesinden çok kapitalizmi iyi anlamasında ve toplumu çözümlemeye çalışırken kullandığı tarihsel materyalist yöntemde yatıyor. Dünya toplumsal bilimler tarihine üretim araçlarına göre belirlenen sınıf ve sınıf çatışması kavramlarını getirmiştir. Örneğin Max Weber'de de sınıf kavramı vardır ama o tüketim karşısındaki konumlara göre belirlemiştir sınıfa. Beşli şema bir varsayımdır ve hâlâ kanıtlanması gerekmektedir; bu açıdan bilimsel bir bulgu niteliği taşımaz. Bir modeldir, bir sayıtlıdır (assumption). Marx'ın öngörülerinin şimdilik gerçekleşmeyecek gibi görünmesi ise hem Sovyet deneyinin yanlışlarından hem de en azından bir ölçüde bence bu öngörüleri kapitalistlerin ciddiye alıp kendilerine çeki-düzen vermesinden de kaynaklanıyor. Anonim şirket yapıları, gelişen sendikal haklar, temel hak ve özgürlüklerin kurumlaşması gibi. Elbette Sovyetler Birliği'nin varlığı bütün dünyayı etkiliyordu. Çöktükten sonra, uluslararası kapitalizm daha pervasız davranmaya başladı ve art arda krizler çıkmaya başladı. Üstelik gerek işçi haklarında, gerekse temel insan hak ve özgürlüklerinde ciddi gerilemeler yaşandı. Sömürü ve eşitsizlikler küresel anlamda o denli arttı ki, Marxsizm'in Sovyetler Birliği'nde uygulanan biçiminden farklı niteliklerde varlığını sürdürmesi ve hatta canlanması bile söz konusu olabilir. Ayrıca unutmayalım ki, Çin şu anda resmen Komünist Parti'nin resmi yönetimi altında ve gelecek on yılda dünya liderliğine oynuyor. Ama Türk toplumbilimcileri kitabımda bu tür sorunlarla doğrudan uğraşmadık. Sadece ele aldığımız düşünürlerin yapıtları ve düşünce sistemleri açısından gerektiğinde bu konulara girdik. - Bir üçüncü cilt hazırlama tasarınız var. Hangi isimler yer alacak? - Yusuf Akçura, Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Cemil Meriç, Nermin Abadan, Şerif Mardin, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu hemen aklımda olanlar. - Biri roman olmak üzere üç kitap üzerinde çalıştığınızı da biliyoruz. Birkaç ipucu rica ederek bitirelim söyleşimizi? - Evet elimde iki bilimsel araştırma bir de roman çalışması var. Bilimsel alanda, önce Ortadoğu'daki sözde 'Arap Baharı' üzerine bir kitap hazırlıyorum. Bu çabaya okurların isteği üzerine girdim. En geç mart sonunda yayınevine teslim etmeyi düşünüyorum. İkinci projem şimdilik bana kalsın.Romana gelince içinde aşk ve entrika olan bir dönem romanı yazmayı düşünüyorum. Bazı notlarım, müsveddelerim var. Ama inanın roman yazmak, bilimsel araştırma yapmaktan veya bilimsel iddialı bir kitap yazmaktan çok daha zor.(Cumhuriyet Kitap)

Alman memur 13 bin kitap çaldı

Gönderen: Maykıl on 25 Şubat 2012 Cumartesi | 06:52



Almanya Hessen Eyaleti Kültür Bakanlığı'nın bir çalışanı tarihî kitap merakının kurbanı oldu. Polis, memurun Darmstadt'taki evinde tüm ülkedeki kütüphanelerden çalınmış 13 binden fazla bilimsel yapıt buldu. Kassel Savcılığı, eserlerin önemli bir bölümünün 18'inci yüzyıldan kalma olduğunu, bir kısmının ise 17'inci yüzyılın son dönemlerinden olduğunu açıkladı. Kitapların değerinin milyonlarla ölçüldüğü tahmin ediliyor. Suçlamalara yönelik henüz bir açıklamada bulunmayan zanlı görevden alındı.

SAYIMDA EKSİK ÇIKINCA


45 yaşındaki zanlı, Hessen eyaletinin kuzeyindeki Bad Arolsen kentinde bulunan Waldeck Saray Kütüphanesi'nde kitapların eksik olduğunun dikkat çekmesinin ardından fark edildi.Kasım ayında kütüphanede yapılan sayımda eksiklerin göze çarpması, bir süre sonra tekrar bir sayım yapılması ve daha da fazla kitabın eksik çıkmasının üzerine, kütüphane yetkilileri, bu iki sayım arasında kütüphanede araştırma yapan tek kişi olan zanlıyı polise şikayet etti. Kitapların değerinin milyonlarla ölçüldüğü tahmin ediliyor.

VİDEO KAMERA İLE AĞ KURULDU

Geçen salı günü ise, zanlı tekrar kütüphaneye geldi ve yerleştirilen video kamera ile kitapları çalışı görüntülendi. Daha sonra polis tarafından gözaltına alınan zanlının üzerinden 53 kitap çıktı. Mineraloji, jeofizik ve doğa bilimleri üzerine kitapların bazılarının değerinin 7 bin euroya kadar çıktığı bildirildi.Zanlının evinde arama yaparak başka çalıntı kitaplar da bulmayı uman polis yetkililerinin, 13 binden fazla kitapla karşılaşması şaşkınlık yarattı. Kitapların güvenli bir yere götürüldüğü, çalındıkları kütüphanelere de haber verildiği bildiriliyor

Ekin Türkmen'den Olay Yaratacak Kitap



Farelerin siyaha boyanmasından, reflektörün üzerine adını yazan oyuncuya, 'Kayıt' yerine 'Ateş' diye bağıran yönetmenden, ayağına kaynar su dökülen oyuncuya kadar Türkmen'in şahit olduğu olaylardan bazıları şu şekilde;

Bir sette oyuncunun biri, reflektörün üzerine adını yazmıştı, başka reflektör gelince arıza yapardı.

Oyuncular, çok uzun çalışan, eve gitmek istemeyen yönetmenlere ''Karısını/sevgilisini sevmeyenlerden'' der.

Bir sette ölüm haberi verecek yardımcı oyuncu her tekrarda gülüyordu. 'Gülerseniz nasıl oynarım?'' dedim. ''Ne yapayım sizi çok beğeniyorum'' dedi.

Bir sette görüşme aşamasında ''Erkek oyuncu kim olacak?'' dedim. ''Ben'' dedi. ''Neden?'' dedim. ''Ben yazdım, en iyi ben oynarım'' dedi. Kaldım.

Bir sette izleyicilerden biri fotoğraf çektirmek istedi. ''Şu an uygun değilim'' dedim. ''Gideceğim bekleyemem'' dedi. ''Git'' dedim. ''Seni RTÜK'e şikayet edeceğim'' dedikten sonra gitti.

Bir sette yönetmenimiz 'Kayıt' yerine 'Ateeşş' derdi.

Bir sette veya her dizi setinde genelde sabaha karşı 04.00 paydos, 07.00 harekettir.

Bir sette yönetmen, ''5. basamakta sağ gözünden yaş aksın'' dedi. Peki.

Bir sette çocuk ağlasın diye soğan koklatılırken, cücüğü çocuğun gözüne kaçtı. Çocuk hep ağladı.,

Bir sette karavan olmadığından ve mekan ayarlanamadığından bir evin kapısını çalıp, ''Tuvaletinizi kullanabilir miyiz? diye sordular. Cevap sert olmuştu.

Bir sette yönetmen sahne gereği ayağı yanması gereken kadını oynayamıyor diye sıcak su kullandı.

Bir sette fareleri ayakkabı boyasıyla siyaha boyadılar.

Bir sette oyuncunun biri alnıma bakarak oynuyordu. Gözleri daha güzel görünüyormuş.

Bir sette hava çok soğuktu. Ağzımdan buhar çıkmasın diye aralıklarla buz yedirdiler.

Olay Haberler

olayhaberler.com

Diğer Haberler

Spor

Copyright © 2012. Fiber Haber - All Rights Reserved. Blogger tarafından desteklenmektedir.
 
Copyright © 2012. Fiber Haber - Tüm Hakları Saklıdır
Powered by Blogger | Sitemap | Ping | Olay Haber | Spor